Köyde annesi, babası ve ikisi erkek, ikisi kız olmak üzere dört kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Erkek kardeşlerinden biri henüz çok küçüktü; bu yüzden okula gitmiyor, annesiyle birlikte evde kalıyordu. Kız kardeşlerinden biri, Veli'den bir yaş büyüktü ve lise son sınıfa devam ediyordu. Diğer kız kardeşi ise ortaokula gidiyordu. Babası köyde çobanlık yapıyor, Veli de ona yardım ediyordu. Bunun dışında köydeki diğer insanların işlerine de koşuyor, kimi zaman emeğinin karşılığında para alıyor, kimi zaman ise bulgur, un gibi gıda maddeleriyle yetiniyordu. Bazı zamanlar babası hayvanları otlatmaya giderken yanında yiyecek bir şeyler götürmezse babasının ahırda duran atını alıyor annesinin hazırladığı yemeği babasına götürüyordu.
Velinin amcasının Badegül isminde bir kızı vardı, zaman zaman kız kardeşlerinin yanına gelir, onlarla sohbet eder, bazen de birlikte ders çalışırlardı. Özellikle sınav zamanlarında, Veli’nin ablası ona sıkça yardımcı olurdu. Badegül çalışkan, uslu, yüzünden hafif bir tebessümü eksik olmayan bir kızdı. Veli onun gelişini önceden duyunca bir garip olur, içini bir heyecan sarardı. Ama bu heyecan, sevinçle karışık bir huzursuzluktu; Badegül eve geldiğinde Veli genellikle evde kalmak ister ama sessizce de ortadan kaybolurdu, ahıra gider atla ilgilenir ya da odasında bir şeylerle uğraşarak kendini oyalamaya çalışırdı.
Onun sesi koridordan duyulduğunda Veli’nin yüreği hızla çarpmaya başlardı. Badegül güldüğünde, içi bir hoş olurdu ama nedenini kendine bile açıklayamazdı. Belki de bunu düşünmekten bile çekiniyordu. Sonuçta Badegül amcasının kızıydı; her ne kadar aralarında kan bağı uzak da olsa, köyde akrabalık bağları güçlüydü ve bu tür duygular üzerine konuşmak bile ayıp sayılırdı. Zaten Badegül, Veli’ye doğrudan hiç bakmaz, genelde kızlarla odada konuşurken onu pek fark etmezdi. Ya da Veli öyle sanırdı.
Bir keresinde Badegül, giderken koridorda Veli’ye rastlamış, gülümseyerek “Hoşça kal” demişti. Veli, o an sadece başını eğip kısa bir “Güle güle” diyebilmişti. Kalbi hâlâ hızla atmaya devam ediyordu, ama bu kez başka türlü… O anı akşam boyunca düşündü. Sanki o küçük veda, hayatında önemli bir iz bırakmıştı.
Yavaş yavaş gönlünü Badegül’e kaptırıyordu Veli. Onun gelişlerini dört gözle bekliyor, o geldiği zamanlarda göz ucuyla Badegül’ü takip ediyordu. Ne zaman yanında olsa dili tutuluyor, söylemek istedikleri yüreğinde düğümlenip kalıyordu. İçinde büyüyen o tarifsiz duyguya bir ad koyamıyor, koysa da dillendirmeye cesaret edemiyordu.
Badegül geldikçe Veli’nin içi kıpır kıpır olur, onu görebilmek için türlü bahaneler uydururdu. Kimi zaman odada bir şey unutur gibi yapar, kimi zaman kızlara bir şeyler sormayı bahane ederek kapının önünde dolaşırdı. Ama yine de onunla baş başa kalmak, iki kelime konuşabilmek kolay değildi. Herkesin içinde konuşamazdı, köy yerinde bakışlar bile büyütülürdü.
Sonunda bir gün, içindeki çekingenliği bir kenara bırakıp tüm cesaretini topladı. Badegül’ün geldiği bir gün ondan önce evden çıktı. Sanki başka bir yerden geliyormuş gibi yaparak, Badegül’ün yolunu gözledi. Bahçeye çıkan patika yolun başında, bir çalı dibinde uzun süre onu bekledi. Sonunda Badegül göründü; her zamanki gibi sırtında çantası, adımları hafif, başı öne eğik yürüyordu. Veli, tesadüf eseri karşılaşmış gibi selam verdi. Badegül hafifçe gülümsedi. Birkaç kelime konuştular; havadan sudan, yolda kiminle karşılaştıklarından, okuldaki derslerinden, kendisinin okumamış olmasından duyduğu pişmanlıktan…
O günden sonra benzer karşılaşmalar artmaya başladı. Artık Veli fırsatları kaçırmıyor, Badegül’le göz göze geldiğinde yüreği yerinden fırlayacak gibi olsa da kendini daha cesur hissediyordu. Aralarındaki konuşmalar uzuyor, cümleler biraz daha içten, biraz daha anlamlı hâle geliyordu. Badegül de bu değişimi fark etmişti elbet. Veli’nin gözlerine bakarken içinde bir his kıpırdanıyordu. Ama bu hissin ne olduğunu henüz tam çözememişti. Belki de anlıyor, fakat anlamış gibi davranmak istemiyordu.
Kış, köyü ve çevresindeki dağları bembeyaz bir örtüyle kaplamıştı. Her şey sessiz, her şey durgundu; sanki doğa bile uykuya dalmış gibiydi. Böyle havalarda Badegül pek sık gelip gitmez olmuştu. Veli, onu görememenin burukluğunu içinde taşıyor, günlerini evde dalgın dolaşarak geçiriyordu. Her kar tanesi, Badegül’den gelen bir haberin yokluğunu fısıldıyor gibiydi ona.
Şubat ayı gelip okullar sömestr tatiline girince, kızlar aralarında konuşup bir gün toplanmaya karar verdiler. Kömbe yapacak, çay demleyecek, sohbet edip hasret gidereceklerdi. Toplanma yeri Kızların eviydi. O gün geldiğinde Veli’nin içi içine sığmıyordu. Günler sonra Badegül’ü görmüştü, hem de en güzel hâliyle… Yüzü kırmızı atkısının içinden utangaçça gülümsüyor, gözleri karda parlayan yıldızlar gibi ışıldıyordu.
Veli, o gün evden dışarı neredeyse hiç çıkmadı. Badegül evdeyken zaman sanki daha hızla akıp gidiyordu, onun sesi mutfağın içinden, yan odadan geldiğinde kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Akşamüstü olup hava kararmaya başladığında Badegül eve gitmek için hazırlanıyordu. Velinin annesi, bu havada genç kızın tek başına gitmesini istemediği için Veli’yi çağırıp, “Kızcağızı evine kadar bırak, bu havada tek başına gitmesin” dedi.
Veli bu isteği duyduğunda, içten içe büyük bir sevinç duydu ama bunu belli etmemeye çalışarak başını eğdi, usulca montunu giydi. Birlikte yola çıktılar. Kar ayaklarının altında ezilirken, gökyüzü griye çalan tonlarda karanlığa gömülüyordu. Sessizliğin içinde sadece ayaklarının altındaki karın ezilen sesi duyuluyordu. Veli, bu anı uzun süredir beklemişti. Nihayet cesaretini toplayarak yürürken birden durdu, derin bir nefes aldı ve Badegül’e döndü:
— “Sana bir şey söylemek istiyorum… Ben seni çok seviyorum, uzun zamandır içimde tutuyorum bunu.”
Badegül şaşkınlıkla önce ona baktı, ardından gözlerini yere indirdi. Karın yıldız gibi parlayan yüzünü izlerken kendi yüzünde de utangaç bir tebessüm belirdi. Badegül bu sırada yürümeye devam ediyordu Veli hızlanarak ona yetişti, sessizlik bir süre sürdü, sonra Badegül hafifçe başını kaldırarak usulca fısıldadı:
— “Ben de seni seviyorum…”
O andan sonra her şey değişmişti. Tatil süresince kızlar bazen Badegül’ün evine gider, bazen o onlara gelirdi. Badegül, Veli’nin kendisini eve bırakacağını bildiği günlerde bilerek geç kalır, hava iyice karardıktan sonra toparlanırdı. Kızlar geç kaldıklarında Veli kardeşlerini almaya gider, böylece kısa da olsa Badegül’ü görme fırsatı yakalardı.
Zaten kışın hava erken kararıyordu. O karanlığın içinde birlikte yürürken paylaştıkları kelimeler az ama yürek dolusuydu. Veli ve Badegül, artık okul bittikten sonra evlenmenin hayalini kuruyordu. Veli’ye ve Badegül’e göre Veli'nin babası, yaz gelip havalar ısındığında, abisinden Badegül’ü isteyecekti. Düğün yaz sonunda yapılacaktı, her şey hazır gibiydi.
Ama hayat, genç kalplerin kurduğu her hayale hemen izin vermezdi. Badegül’ün babası, köyde hatırı sayılır bir adamdı. Veli’nin babasına göre hem daha varlıklı hem de daha kültürlüydü. Kızının erken yaşta evlenmesini istemiyor, onun şehirli kızlar gibi okumasını, hayata kendi ayakları üzerinde durarak atılmasını arzuluyordu. Bu isteğini de Badegül’e birçok kez söylemişti. “En azından liseyi bitir, sonra üniversiteye de gidersin,” derdi ısrarla. Badegül ise henüz lisenin ikinci sınıfındaydı. Mezun olmasına bir yıl vardı… Ama gönül, takvime uymuyordu.
Bir akşamüstü yine karlı yolları birlikte adımlarken, Badegül usulca konuşmaya başladı. Sesi karanlıkta neredeyse fısıltı gibiydi, ama söyledikleri Veli’nin yüreğinde yankılandı:
— “Babam benim bu yaşta evlenmeme razı değil. Benim okumamı istiyor. Şehirdeki kızlar gibi olmamı... Liseyi bitirip üniversiteye gitmemi. ‘Daha çok küçüksün’ diyor, ‘hayatının başındasın’ diyor.”
Veli durdu. Derin bir nefes aldı. Gökyüzünden ağır ağır inen kar taneleri başlarının üzerinde dans ediyordu. Badegül’e döndü, gözlerinin içine baktı.
— “O zaman biz de kaçarız…”
Bu söz öyle kendiliğinden, öyle içten çıkmıştı ki, ne planlıydı ne de hesaplı. Sadece kalbinin sesi, dudaklarından dökülmüştü. Badegül donakaldı. Bir an sustu, yüzüne hafif bir kırmızılık yayıldı. Gözlerini kaçırmadan önce sadece “Veli…” diyebildi, ama bu ne bir reddediş nede açık bir kabuldü.
Veli heyecanla devam etti:
— “Ben seni seviyorum Badegül. Bunu ilk söylediğim günden beri kalbimde yerin değişmedi. Seninle aynı evde uyanmak, aynı sofrada oturmak istiyorum. İstersen okumana da engel olmam, yeter ki yanımda ol.”
Badegül gözlerini yere indirdi. Ayaklarının ucunda eriyen kar sularına baktı bir süre. Aklı ile kalbi arasında kalan her genç kızın içinde bir fırtına kopuyordu. Bir yanda babasının hayalleri, bir yanda yüreğinin çağrısı… Veli’yi seviyordu, hem de çok. Ama kaçmak… Bu, büyük bir adımdı.
O gece bunları konuşarak ayrıldılar. Bu konu o andan sonra artık ikisinin de zihnine yerleşmişti. Badegül daha da sessizleşmişti. Veli ise içinde hem umut hem de endişe taşıyordu. Kaçmak kolay mıydı? Peki ya sonrası?
Okullar açılmış, kar yer yer çekilmeye başlamıştı. Dağ yolları hâlâ buz tutsa da köy yolları çamurla karışık açılmıştı. Badegül artık okula gidip geliyordu. Veli, onu her gün okul dönüşü tenha bir yolda bekliyor, kısa da olsa konuşup neler yapacaklarını planlıyorlardı. Her karşılaşma, her fısıltı dolu cümle bir tuğla gibi örüyordu kaçış planlarının duvarını. Geri dönüşü olmayan bir yola adım adım ilerliyorlardı.
Sonunda karar verildi.
Bir gece, herkesin uykuda olduğu bir vakitte Veli, sessizce kalkacak, ahırdan babasının atını çıkaracaktı. Atın nalını bezle saracak ne bir ses duyulacak ne de bir iz kalacaktı. Amcasının evine çıkan patikanın kenarında, ağaçların arasında bir yerde bekleyecekti. Badegül ise, gece yarısını geçerken usulca pencereden çıkacak, kimseye fark ettirmeden Veli'nin yanına gelecekti. O geldiğinde Veli onu atının terkisine alacak, birlikte köyün arka yamacına uzanan Yama Dağı’na tırmanacaklardı.
Veli'nin kafasında her şey netti. Yama Dağı’nın zirvesine kadar yol asfalttı, çünkü orada askerî bir radar üssü vardı; bu yüzden yol her mevsim açıktı. Tepeden sonra dağın diğer yüzüne iniş daha kolaydı. Dağın ardında Mursal köyü vardı — halk ozanı Ali Kızıltuğ’un memleketi. Orada Veli’nin ortaokuldan arkadaşı Cemal yaşıyordu. Onları orada aramak kimsenin aklına gelmezdi, ilçeye ya da şehire gidecek olsalar jandarma ya da polis kendilerini hemen bulurdu. Plan kusursuzdu ama içinde bilinmezliklerle doluydu. Veli'nin kalbi bir yandan cesaretle çarpıyor, bir yandan da korkuyla titriyordu. Badegül’ü gerçekten kaçırmak… Bu artık bir gençlik hayalinden çıkmış, gerçeğe dönüşen bir kader çizgisine dönüşmüştü.
O gece yaklaşıyordu. Her şey ya sonsuz bir mutluluk ya da dönüşsüz bir ayrılıkla bitebilirdi.
Planladıkları gibi, gece yarısını biraz geçe her şey sessizliğe bürünmüştü. Ay görünmüyor, gökyüzünde sadece yıldızlar ürkekçe parlıyordu. Veli, ahırdan babasının atını sessizce çıkardı. Nallarını bezle sardı; her adımı gölgeler gibi sessizdi. Yanına biraz yiyecek, birkaç parça kuru giysi ve çalışırken biriktirdiği paraları almıştı. İçinde biraz korku, ama daha çok bir cesaret vardı artık.
Badegül de o gece pencereden usulca çıkmış, evin arka bahçesinden geçerek karanlıkta kaybolmuştu. Veli onu patika başında bekliyordu. Karşılaştıklarında hiçbir şey söylemediler, sadece göz göze geldiler. Badegül hafifçe başını salladı, Veli onu terkisine aldı. Sessizce ve hızla yola çıktılar. Gecenin içinden geçerek Yama Dağı'na doğru ilerlemeye başladılar.
Yollar önce düzdü, at seri adımlarla ilerliyordu. Ama Karslılar Köyü’ne ulaştıklarında yollar kıvrılmaya, eğim artmaya başladı. Dağ şimdi karşılarında heybetli ve karanlık bir duvar gibi yükseliyordu. Atın nefesi sıklaşmış, ayakları yavaşlamıştı. Yorulmuştu, tıpkı onlar gibi.
Köyden yeterince uzaklaştıklarında yol kenarında kısa bir mola verdiler. Hem atı hem kendilerini biraz dinlendirdiler. Soğuk, geceyle birlikte daha da sertleşmişti. Yaklaşık iki saat sonra, Karslılar köyünden başlayan zorlu tırmanışın sonunda dağın zirvesine ulaştılar. Burası, karanlığın en sessiz, rüzgârın en yırtıcı olduğu yerdi. Gökyüzü hâlâ açık görünüyordu ama doğanın huyu çabuk değişirdi.
Kısa bir süre burada da dinlendiler. Radar üüssüne yakın olmamak için yolun dışına sapmış, bir kayalığın arkasında saklanmışlardı. Tam aşağı inmeye hazırlanıyorlardı ki, hava aniden değişmeye başladı. Önce yıldızlar tek tek gözden kayboldu, ardından gökyüzünü kalın gri bulutlar kapladı. Rüzgâr sertleşti, havada kar serpintisi dolaşmaya başladı.
Soğuk içlerine işlemeye başlamıştı. Veli, atın dizginlerini biraz daha sıkı tutarken Badegül’e döndü:
— “Yolun bundan sonrası kolay ama... Hava bozmaya başladı. Acele etmeliyiz.”
Badegül başını salladı. Gözlerinde yorgunluk kadar kararlılık da vardı. O anda ne ailesini ne de köyü düşünüyordu. Sadece Veli ve birlikte kuracakları hayat vardı aklında.
Ama tipi başlamıştı. İlk başta küçük taneler hâlinde yağan kar, birden gökyüzünden savrulmaya, rüzgârla birlikte çarpıcı bir öfkeye dönüşmeye başladı. At ürkmüş, adımları tereddütle ilerliyordu. Zaten yol yoktu ve aşağısı görünmez olmuştu, dağ sanki onları içine alıp bir sır gibi saklamak istiyordu.
Veli ne yapacağını şaşırmıştı. Hava gittikçe bozuluyor, tipi göz gözü görmez hâle getiriyordu. Kar, her adımda biraz daha kalınlaşıyor, at ise hem yorgunluktan hem de üzerinde iki kişinin ağırlığından ötürü sendelemeye başlamıştı. Gittikçe ağırlaşan adımlar, Veli'nin içindeki korkuyu da büyütüyordu. İlk kez gerçekten ürküyordu.
Durdu. Çaresizce etrafına baktı. Karanlık her şeyi yutmuştu. Rüzgâr kulaklarını delip geçen bir uğultuya dönüşmüş, yönlerini tayin edemez hâle gelmişlerdi. O an, birden yaz aylarında Yama Dağı’na çıktıklarında gördüğü kayak tesisinin teleski direkleri geldi aklına. Kayak tesisi için kurulmuş, sırayla tepeye doğru uzanan demir direkler… Eğer onları bulabilirlerse, hat boyunca aşağıya, köye kadar ulaşabilirlerdi.
— “Badegül,” dedi, “Teleski direklerini hatırlıyorum. Onları bulabilirsek köye kadar inebiliriz. Başka çaremiz yok.”
Atı bırakmak zorundaydılar. Hayvanın bakışlarında bile bir yılgınlık vardı artık. Heybedeki birkaç parça eşyayı bile almadan yola koyuldular. Direkleri takip etmeye başladılar ama tipi kısa sürede daha da şiddetlendi. Göz gözü görmez olmuştu. Kar, yanaklarına bıçak gibi çarpıyor, rüzgâr adımlarını dengesizleştiriyordu. Birbirlerine iyice sokulmuşlardı ama artık direkleri de hattı da göremiyorlardı, umutları karla örtülüyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla Badegül’ün evinde bir telaş başladı. Genç kız ortalarda yoktu. Önce komşulara soruldu ama yoktu. Sonra Badegül’ün babası, hemen kardeşinin evine gitti. “Belki kızların yanındadır,” diyordu ama yüreği biliyordu, bir şeyler olmuştu. Badegül orada da yoktu.
Babası Veli’nin odasına girerek onu kaldırmak amcası ve kendisi ile birlikte Badegül’ü aramaya götürmek istedi. Odaya girdiğinde Veli’nin yatağı boştu.
Şimdi her şey daha da netti. İkisi de yoktu. Velinin babası gözlerini yere dikmiş düşünürken, annesi elini ağzına götürüp iç geçirdi:
— “Yoksa... yoksa kaçtılar mı?”
Olmaz dediği şey, olmuştu.
Ahırda atında olmadığı fark edilince işler daha da ciddileşti. Köyde, ilçede ve şehirdeki akrabalar birer birer arandı ama hiçbirinden haber çıkmadı. Muhtar hemen jandarmaya haber verdi.
Aynı saatlerde, Yama Dağı’ndaki radar istasyonunda görevli askerler de olağandışı bir durumu fark etmişti. Güvenlik kameralarından ekrana yansıyan görüntülerde üsse çıkan yol kenarında başıboş bir at duruyordu. Üzerinde palan vardı ama dizginleri sarkmış, hayvan karla kaplanmıştı. İlk başta yılkı atı sanıldı ama palanlı olması ihtimali değiştirdi. Komutana haber verildi. Hemen çevre güvenliği sağlandı ve birkaç asker, atın yanına gitti.
At yorgundu, beli çökmüştü. Heybesi hâlâ sırtındaydı. Açtıklarında içinde kadın ve erkek giysileri, biraz yiyecek, birkaç kişisel eşya vardı. İlçe jandarması bilgilendirildi. Jandarma Komutanı, daha sabah saatlerinde Köylü Köyü muhtarından aldığı ihbarı hatırlayınca hemen durumu değerlendirdi:
— “Bu at o iki gence ait olabilir. Velinin babası atın da olmadığını muhtara söylemiş, muhtar bunu da komutana söylemişti.”
Jandarma köye gelip buradan aldığı erkeklerle hemen radara doğru harekete geçti. Hava hâlâ soğuk, tipi yer yer devam ediyordu. Radar görevlileri gece boyunca burada şiddetli tipi olduğunu, bu havada çok fazla uzağa gitmenin mümkün olmadığını söyledi.
Artık herkesin aklında aynı soru vardı:
“Onlar nerede?”
Mursal Köyü Muhtarlığına ulaşıldı. Konu detaylarıyla anlatıldı, belki köye ulaşmış olabilecekleri umuluyordu. Ama köy muhtarı, son günlerde ve bu gün hiç kimsenin gelmediğini, yabancı ya da misafir dahi görmediklerini bildirdi. Bu bilgiyle umutlar biraz daha sönmeye başladı.
Durum vakit kaybedilmeden Valiliğe bildirildi. Oradan hemen Arama Kurtarma ekipleri istendi. Tipi şiddetini azaltsa da hava hâlâ dondurucu soğuktu. Bölgeye gelen ekip, jandarma ve köylülerin katılımıyla geniş çaplı bir arama başlattı. Radar görevlilerinin sonradan kontrol ettikleri gece görüntülerinden elde edilen son görüldükleri güzergâh temel alındı.
Saatler ilerledikçe herkesin içindeki endişe büyüyordu. Sessizlik, karla kaplı dağın yamacına sinmişti. Her adımda insanlar bellerine kadar kara gömülüyor, her soluk burun deliklerinde ve köylülerin bıyıklarında donup kalıyordu. Birkaç saat sonra aramalar sonuç verdi.
Radar yolundan yaklaşık bir kilometre ileride, yoğun karın altından çıkan görüntü, herkesin yüreğini paramparça etti. Veli ve Badegül, birbirlerine sımsıkı sarılmıştı. Sanki birbirlerine sarılarak soğuğu unutmaya çalışmışlar, sevgiyi ve yoğun karı yorgan gibi üzerlerine çekmişlerdi.
Ama bedenleri hareketsizdi. Yüzlerinde acıdan çok huzur vardı. Sanki bir düşte durmuş, sonsuz bir uykuya dalmışlardı.
Onları birbirinden ayırmak kolay olmadı. Donmuş parmakları birbirine kenetlenmişti. Kurtarma ekibinden biri, başını eğerek sadece şu cümleyi fısıldayabildi:
— “Birbirlerini bırakmamışlar…”
O an dağın üstünde rüzgâr yeniden uğuldamaya başladı. Gökyüzünden yeni kar taneleri süzülüyor, bembeyaz örtünün üzerine yeni bir hüzün katıyordu. Veli ve Badegül’ün hikâyesi orada, Yama Dağı’nın yamacında son bulmuştu… ama bıraktıkları iz, sadece karın üstünde değil, bütün köyün belleğinde kazılı kaldı.
İki genç cesaretlerinin, sevgilerinin ve cehaletlerinin kurbanı olmuştu. Rahmetli Ali Kızıltuğ hayatta olsa idi bunun üzerine acıklı bir türkü yakardı. Ama şimdi gençlerin anaları acıklı birer ağıt yakıyorlardı.
Yama Dağının Ağıtı
Yama Dağı’nın karında yattılar,
İki genç yürek, sevda ile battılar.
Cesaretle başladılar, yola koyuldular,
Ama cehaletin de elinden tuttular.
Ali Kızıltuğ şimdi göçmüş, gitmiş,
Gitmeseydi bu acıya türküsünü yakardı.
Ama analar ağlar, yürekleri dağlar,
Evlatlar gitti, yürekler kanar.
Yollar zordu, hava çok soğuktu,
Gönüller aşkla, bedenler buzla buluştu.
Birbirlerine sarıldılar, son nefeste,
Aşkın da yeri varmış en derin kışta.
Yama Dağı’nın karı, şimdi onların örtüsü,
Köyün gözyaşı, anaların ağlayışı.
Gençlerin hayalleri, çok güzel bir düğündü,
Unutma, bu büyük bir acı, bir hüzündü.