Kanepede uzanmış, bir elimde çayım, diğer elimde uzaktan kumanda... Ama televizyon artık bana bir şey ifade etmiyordu. Çoktan bırakmıştım izlemeyi. Ne izlenecek ki? Dizilerde sahte mutluluklar, yarışmalarda yapay heyecanlar, haberlerde ise sadece karanlık bir tablo. Ne zaman haberleri izlesem, moralim bozuluyor, memleketin hali içimi yakıyordu. O yüzden çoktan sırtımı dönmüştüm televizyona.
Eskiden kitap okurdum, sayfaları çevirirken kokusunu içime çeker, kelimelerin arasında kaybolurdum. Şimdi ise radyo tiyatrolarına ve sesli kitaplara sığınır oldum. Sanki gözlerim bile yorulmuştu, sanki ben bile kendimden biraz yorulmuştum. Bir yandan da farkındayım; bu bir tembellik. Ama ekonomik şartlar da bahanemdi. Kitap almak lüks olmuştu, sesli kitaplar ise daha ucuz bir kaçış yolu…
Artık evden de çıkmaz oldum. Emeklilik bir özgürlük gibi görünür ama benim için giderek bir kapan haline geldi. Yıllarca her gün gittiğim çarşı merkezine bile uğramaz oldum. Eskiden o sokaklarda ayak izlerim vardı. Şimdi o sokakların çoğu enkaz. İki yıl önceki deprem neredeyse her şeyi aldı götürdü. Çarşı dediğimiz yer şantiyeye dönmüş durumda; her taraf toz, çamur ve gri bir sessizlik içinde.
Aslında bugün anlatmak istediğim şey tam da bu değil. Çayımı, yıllar önce Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nden aldığım bir kupada içiyordum. Bu kupa, dolabın bir köşesinde rast geldikçe kullandığım bir eşyaydı. Üzerindeki yazıya daha önce pek dikkat etmezdim, bazen gözüm takılır, geçip giderdim. Ama bugün birden o yazıya uzun uzun baktım.
Kupanın bir yüzünde Yılmaz Güney’in fotoğrafı vardı, diğer yüzünde ise şu söz yazıyordu:
“Asıl hapishane; insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için…”
Bu sözü daha önce onlarca kez okumuşumdur ama bugün içimde bir şey kıpırdadı. Sanki yıllardır görüp de anlamadığım bir işaret gibiydi.
Belki de yıllardır ben de kafamda bir hapishane inşa ettim ve orada kendi kendime mahkûm oldum. Hep diyorum ki: "Yarın çıkacağım bu hapishaneden. Yarın özgür olacağım." Ama ne yazık ki, o yarın hiç gelmiyor. Yarın bir diğer yarına devrediyor, o yarını da başka bir yarın izliyor. Günler böyle böyle geçiyor; ben de kafamdaki hapishanede her günü bir sonraki “yarın”a erteleyerek yaşıyorum.
Evden de pek çıkmadığım için, sanki kendi ellerimle ikinci bir hapishane daha inşa ettim. Duvarlarını ben ördüm, kapısını ben kilitledim. Dışarısı bana yabancılaştı; içerisi ise giderek daraldı.
Ama bir yandan da düşünüyorum: Diyelim ki kafamdaki hapishaneyi yıktım. Ne olacak? Dışarısı zaten bir başka hapishane. Gidecek yer yok, olsa bile imkân yok, para yok, umut yok.
Eskiden sokaklar insana nefes aldırırdı, şimdi sokaklarda bile sıkışıp kalıyorsun. Kafamın içindeki duvarları yıkmaya hevesleniyorum bazen ama dışarıdaki beton duvarları görünce cesaretim kırılıyor.
Zaten memlekette yeterince hapishane var. Dört yüz kadar cezaevinde dört yüz bin mahpus varmış. Yenileri de yapılacakmış. Bir hesap yaptım: Neredeyse her şehre dört-beş hapishane düşüyor. Bu sayı, bana çok şey anlatıyor.
Bir ülke, daha fazla okul, daha fazla kütüphane, daha fazla tiyatro yapmalıydı. Ama biz daha fazla hapishane yapıyoruz. Demek ki biz, dünyayı tanımak istemiyoruz. Demek ki biz, insanı anlamak istemiyoruz. Demek ki biz, özgürlüğü hak etmiyoruz ya da özgürlükten korkuyoruz.
Bazen düşünüyorum; belki de bu yüzden kafamdaki hapishaneyi yıkmaktan vazgeçiyorum. O hapishane benim sığınağım oldu. Belki de kendimi orada daha güvende hissediyorum.
Ama içimde bir ses hâlâ fısıldıyor: "İstersen yıkabilirsin."
Belki bir gün… Belki bir gün o kapıyı açar, bir adım atarım. Belki bir gün dünyayı daha özgürce kavrayabilirim.
Tek dileğim, yeni hapishaneler yapılmasın. Olanlara da gerek kalmasın. Hapishaneler bir bir boşalsın, yıkılsın.
Biliyorum, bu bir hayal gibi görünüyor ama önce ülkenin ekonomisinin düzelmesi gerek. İnsanlar yoksulluktan suça sürüklenmesin. Suçlular ıslah edilip, iş bulabilsin. Hapishaneler boşalsın, yerlerine sanat merkezleri açılsın, kitap kafeler kurulsun.
O zaman belki ben de kafamdaki hapishaneyi yıkarım. O zaman belki bir gün kendimi Paris’te bir müzede, Roma’da bir sokakta, bir tiyatro salonunda bulurum. Belki bir gün kendi ülkemde bir kitapçıda uzun uzun kitap karıştırırım.
Belki bir gün, herkes gibi sadece insan olurum.
Belki bir gün, o yarın gelir.