Bugün, 2 Ağustos 2025 Cumartesi

İrfan BAŞARANOĞLU


KÖYÜMÜN KARINCALARI ALTINDAN DEĞERLİDİR

KÖYÜMÜN KARINCALARI ALTINDAN DEĞERLİDİR


 
İsmail Dayı, eşini kaybettikten sonra uzun süre kendini derin bir yalnızlık içinde bulmuştu. Bu yalnızlığa zamanla alışmış, ardından tüm vaktini evinin çevresindeki bahçeyle ilgilenerek geçirmeye başlamıştı.
O gün de her zamanki gibi sabah erkenden uyanmış, doğruca bahçeye çıkmıştı. Ağaçların arasında biraz dolaşmış, dallarında salınan yapraklara, tomurcuklara dikkatle bakmış, meyve ağaçlarını incelemiş ve her biriyle sanki birer eski dostmuş gibi kısa kısa sohbet etmişti. Ardından evin arkasındaki küçük bostana geçmiş, domates, biber, salatalık toplamıştı.
Eve girdiğinde, geçen kış yitirdiği eşinin hatırası bir anda yüreğine çökmüş, onu bir kez daha rahmetle anmıştı. Ocağa çay suyu koyarken, topladığı sebzelere göz gezdirmişti. Aralarında bir domatesi görünce yine eskiden beri kafasını kurcalayan o tuhaf soruya takılmıştı: “Nasıl olur da domates hem meyve sayılır hem sebze gibi yenir?” Bu meseleyi bir türlü anlayamazdı.
Köydeki İnsaf Bacı’dan aldığı peyniri doğramış, kendi beslediği tavukların yumurtalarından birini de haşlamıştı. Kahvaltı tepsisini hazırladıktan sonra oturma odasına geçmiş, televizyonu açıp sabah haberlerini izlerken sakin sakin kahvaltısını yapmıştı.
Kahvaltının ardından torunları için bahçeden meyve toplamaya karar vermişti. Ankara’da memur olan oğluna göndermek üzere, çatıdan eski bir kasa indirmişti. Kasabanın marketinden alıp okuduktan sonra biriktirdiği gazeteleri kasanın dibine serdi, ardından tekrar bahçeye çıktı.
Bahçede ağır ağır dolaşarak elma, armut, şeftali, kayısı ve kiraz toplamaya başladı. Yanında getirdiği sepetleri dallardan kopardığı meyvelerle birer birer dolduruyordu. Zaman zaman bir elmayı, bir şeftaliyi avucuna alıp kokluyor, doğanın bu cömert armağanları karşısında gülümsüyordu.
Elma ile şeftalinin o mis gibi kokusu, bir anda torunlarını getirdi aklına. Kız torunu ortaokula gidiyor, erkek torunuysa liseye devam ediyordu. Onlar da tıpkı bu meyveler gibi taze, canlı ve güzel kokarlardı. Burnunda tüten o tanıdık çocuk kokusu, içini bir özlemle doldurdu.
Meyveleri toplarken her birinin içine torunlarına duyduğu sevgiyi de sanki gizlice yerleştiriyordu. Dalların arasında hafif bir rüzgâr esmişti; bu esintide sanki torunlarının önceki yıllar da tatile köye geldikleri günlerdeki gibi kahkahaları dolaşıyordu.
Topladığı meyveler ile dolu dolu yaptığı sepetleri alarak yavaş adımlarla eve döndü. Mutfağın köşesindeki iki kasayı önceden hazırlamıştı; her biri gazete kâğıtlarıyla kaplanmış, zeminleri ezilmeyecek şekilde düşünülmüştü. Sepetleri dikkatle boşalttı, elmaların çürüğü yoktu, şeftalileri özenle yerleştirirken sanki her birini torunlarının avuçlarına bırakıyormuş gibi incelikle davrandı.
Her hafta sonu akşam üzeri köyden kalkan minibüs, köylüler için hem bir umut hem de Ankara ile kurulan bağın tek taşıyıcısıydı. Bu minibüs, bir gün önce Ankara’dan gelir, köyden dönecek olanları toplar, ertesi gün tekrar başkente dönerdi. İsmail Dayı da kasaları bu minibüse verecek, Ankara’ya ulaştığında oğlu teslim alacaktı.
Meyveleri toplama ve kasalama işi öğleden sonra tamamlanmıştı. Yorulmuştu, ama tatlı bir yorgunluktu bu. Dünden kalan öğle yemeğini ısıtıp sade bir şekilde karnını doyurdu. Ardından biraz dinlenmek üzere divana uzandı. Yorgun bedenini gevşeten sessizlikte kısa bir uykuya daldı.
Minibüsün kalkış saatine yakın uyanmıştı. El arabasını hazırlayıp kasaları dikkatle üzerine yerleştirdi. Sokak lambalarının yanmaya başladığı o serin akşam saatlerinde, kasaları minibüsün kalktığı köy meydanına götürdü. Şoförle birlikte kasaları aracın bagajına yerleştirdiler. İsmail Dayı, içinden "Sağ salim gitsinler, torunlarım severek yesin," diye geçirdi. Oğlunu da arayarak haber verdi.
Günlerini bahçesiyle ilgilenerek geçiren İsmail Dayı, yıllardır toprağın dilinden anlayarak yaşardı. Baharda açan çiçeklerden yazın olgunlaşan meyvelere kadar her şeyle bizzat ilgilenir, emeğini sabırla beklerdi. Geçimini de bu emeğin karşılığıyla sağlardı.
Kasabadan zaman zaman gelen tüccarlar, İsmail Dayı’nın meyve bahçesini iyi bilirlerdi. Bahçede yetişen elma, armut, kayısı, şeftali gibi taptaze meyveleri önceden haber verip satın alırlardı. Yanlarında getirdikleri işçilerle meyveleri dikkatle toplar, özenle kasalara yerleştirirlerdi. Bu meyveler, daha sonra kasaba pazarlarına ya da şehirdeki manav tezgâhlarına ulaştırılır, orada alıcılarını bulurdu.
İsmail Dayı da bu satışlardan elde ettiği gelirle mütevazı hayatını sürdürür hem toprağa hem alın terine olan güvenini her geçen yıl bir kez daha pekiştirirdi.
Bir sonbahar sabahıydı. Hava serin ama berraktı; dağların eteklerinden usul usul inen sis, köyün üst tarafındaki tepeleri sarıp sarmalamıştı. İsmail Dayı her zamanki gibi sabah çayını içmiş, kahvaltısını yapmış ardından elinde bastonuyla bahçede biraz dolanmıştı. Tam evine dönecekken, yukarı yoldan gelen motor seslerini duydu.
Başını kaldırıp bakınca, üst yoldan tozlar saçarak gelen iki siyah jeep’i gördü. Araçlar köyün yukarısındaki açıklık alana yönelmiş, orada durmuşlardı. İçlerinden inen birkaç kişi, ellerinde haritalar, ölçüm cihazlarına benzer aletlerle tepelerin yamacına doğru yürümeye başlamıştı.
İsmail Dayı durup bir süre onları izledi. İçine bir huzursuzluk çöktü. Bu gelenler kimdi? Ne işleri vardı bu dağ başlarında? Yoksa yol mu geçireceklerdi? O güzelim dağ armutlarının, alıç ağaçlarının, kuşburnu çalılarının yetiştiği, köylünün yıllardır ekin ektiği verimli tepeleri mi bozacaklardı?
Merak ve endişe içinde geçen bir günün ardından, ertesi sabah komşusu Mustafa uğradı. Oturup biraz konuştular. Mustafa biraz da sinirli bir ifadeyle, “Gelenler maden arayıcılarıymış,” dedi. “Altın arıyorlarmış dayı. Haritalarında bu tepelerin altında altın rezervi olduğu yazıyormuş.”
Bu sözler İsmail Dayı’nın yüreğine bir taş gibi oturdu. Yıllarca toprağın üstünü ekip biçmişti, şimdi birileri toprağın altındakine göz dikmişti. Onun için bu dağlar sadece meyve ağaçları değil; hatıralar, emek, çocukluğunun sesi, eşinin gülümsemesi, torunlarının kahkahasıydı. Altın neydi ki onların yanında?
O günden sonra köyün çehresi değişmeye başladı. Gelen giden çoğalmıştı; köy de tanınmadık yüzler görünür olmuş, toplantılar artmıştı. Şirket yetkilileri kendilerini tanıtıyor, ellerinde dosyalar, ağızlarında büyük vaatlerle köyün her yanını dolaşıyorlardı. Devletten gerekli izinleri aldıklarını söylüyor, köyde açılacak altın madeninin hem bölgeye zenginlik getireceğini hem de işsiz gençlere istihdam sağlayacağını anlatıyorlardı.
Sözleri bazı köylülerin kulağına ballı gelmişti. Kimileri, hayalini kurdukları şehir hayatını, beton duvarlı konforlu evleri, çocuklarına iyi okullar sağlamanın düşlerini kuruyordu artık. Arazilerini satmaya başlayanlar oldu. Fakat herkes aynı fikirde değildi.
İsmail Dayı, bu işe en başından beri karşı çıkanların başındaydı. Yıllarca toprağı işlemiş, onun dilinden anlamış, meyvesini beklemiş, sabrını sınamıştı. Toprak onun için sadece geçim değil; geçmişti, anılar, yitirdikleri ve torunlarına bırakacağı mirastı.
Her fırsatta köy meydanında, kahvede, komşularının kapısında anlatmaya çalıştı:
“Bu toprak bir defa giderse geri gelmez. Altını alırlar, geriye çukur kalır, kuraklık kalır, sessizlik kalır. Bu dağ armudu, bu kuşburnu kendiliğinden yetişmiyor evlatlar!”
Ama sözleri çoğu zaman boşa gidiyordu. Ona, “Dayı senin devrin geçti artık, otur torunlarının yanında rahat et, şehirde yaşa,” diyorlardı.
“Zaten oğlun da seni çağırıyor, niye hâlâ bu taş toprağa sarılıyorsun?”
Bu sözler gece yatağında dönüp durmasına sebep oldu. Gözleri tavanı seyrederken içinden bir ses sürekli, “Gitme,” diyordu. Ama diğer bir yanı oğlunun sesini düşünüyordu: “Rahat et babacığım, artık uğraşma…”
Oğlu… Zaten iki yıldır köye uğramamıştı. Çocuklarını alır, yazları deniz kenarında tatil yapardı. Bu yıl da gelmemişti. Belki de köy onun için bir tatil köyü bile değildi artık.
Sabah olduğunda her zamanki gibi erkenden kalktı. Kahvaltısını hazırlayıp televizyonun karşısına geçti. Bir haber dikkatini çekti: Ülkenin başka illerinde, dağlarına maden ocağı yapılmasına karşı çıkan köylüler ekranlara yansımıştı. Kimi ağlıyor, kimi topraklarını terk etmek istemediğini söylüyordu. Gözleri doldu. Elini cebine attı, genelde kullanmadığı cep telefonunu çıkardı. Oğlunun numarasını çevirdi.
Kısa bir hal hatır faslından sonra, asıl meseleye geldi:
“Oğlum,” dedi, “bizim bahçeleri de almak istiyorlar. Maden çıkaracaklarmış. Ne diyorsun sen bu işe?”
Oğlu, sesi heyecanlı:
“Baba bu çok güzel haber! Köylüler doğru söylüyor. Hem senin yaşın geçti, artık uğraşma. Bahçeyi sat, yanımıza gel. Alacağın parayla bir yazlık alırız, her sene kiralamaktan kurtuluruz. Ben de emekli olunca yerleşirim oraya. Sen de torunlarınla birlikte ömrünün kalanını rahatlık içinde geçirirsin.”
Sözler netti, kararlıydı. Ama İsmail Dayı’nın kalbine, söylenenin tam tersi bir ağırlık çöktü. İçinde bir sessizlik oldu. O an oğlunun konuşmasını duymayı kesti; dışarıda rüzgârda savrulan kuru yaprakların hışırtısı sanki daha anlamlıydı.
Kış, ağır ağır çökmüştü köyün üzerine. Kar henüz tam yağmamıştı ama soğuk, toprağın ve insanların içine işlemişti. Bahçeler artık sessiz, ağaçlar yapraksızdı. Her yer gri ve donuktu; tıpkı İsmail Dayı’nın içi gibi.
Maden tartışmalarının ardından köyün havası bozulmuştu. Tarlalar satılmış, bazı evlerin pencereleri kapanmış, bazılarıysa sessizce göçüp gitmişti. İsmail Dayı, yaşadığı bu değişimi yüreğinde taşıyor, her geçen gün biraz daha içine kapanıyordu.
Her sabah olduğu gibi erkenden uyanır, sobasını yakar, kahvaltısını ederdi. Sonra biraz televizyon izler, ardından da kısa bir yürüyüş yapar ya da bir komşusuna uğrardı. Ama o gün farklıydı… O sabah, evin yanından geçen biri onun evinin bacasından duman yükselmediğini fark etti.
"İsmail Dayı daha kalkmamış mı acaba?" dedi kendi kendine.
Merakı giderek büyüdü, komşulara sordu, soruşturdu. Komşular kapıya geldi. Önce usulca seslendiler, sonra kapıyı vurmaya başladılar. İçeriden hiçbir ses yoktu. Endişeleri korkuya dönüşünce, çaresizce kapıyı kırdılar.
İçeri girdiklerinde zaman bir anlığına durdu. İsmail Dayı, odasında, yatağında usulca uzanmıştı. Yüzünde derin bir huzur, ama aynı zamanda yılların yorgunluğu vardı. Son uykusuna yatmıştı; bir daha da uyanmayacaktı.
Haber çabucak yayıldı. Komşular hemen oğlu Muhlis’i arayarak durumu bildirdiler. Oğlu, telaşla telefona sarıldı, iş yerinden izin aldı, eşini de yanına alarak akşama köye varmak üzere yola çıktı.
“Babamı yarın sabah kaldıralım,” dedi. “Hazırlıkları ona göre yapın.”
Çocuklar ise Ankara’da kaldı. Artık büyümüşlerdi, okullarına devam ediyorlardı. “Kendi başlarının çaresine bakabilirler,” dedi oğlu, yola çıkmadan önce.
O gece köy sessizdi. Kar, ağır ağır yağmaya başlamıştı. İsmail Dayı’nın evi önünde, rüzgârın savurduğu yapraklar yerine şimdi hafifçe yağan kar taneleri toplanıyordu. Sanki toprak, onu tekrar kucağına almaya hazırlanıyor, yıllarca ona emek veren sahibine son bir örtü seriyordu.
Sabah erkenden köy cenaze namazı kılındı. İsmail Dayı, doğup büyüdüğü topraklara, yıllarını verdiği bahçelerin arasındaki mezarlıkta toprağa verildi. Köylüler daha sonra taziye için evine uğradılar. Evin içi hüzünle doluydu. Yıllardır köye gelmeyen gelini mutfakta çay demliyor, gelenlere ikramda bulunuyordu.
Günler geçtikçe taziye ziyaretleri azalmış, ev yeniden sessizliğe bürünmüştü. Birkaç gün sonra köyden bir adam ve beraberinde tanımadığı iki kişi daha çıkageldi. Baş sağlığı dilediler, sonra asıl geliş sebeplerini açıkladılar. Muhlis’in hafta sonu Ankara’ya döneceğini öğrenmişler ve gitmeden önce kendisiyle görüşmek istemişlerdi. Gelenler maden şirketinin yetkilileriydi.
Teklifleri netti:
“İsmail Amca ile daha önce görüştük ancak teklifimizi kabul ettiremedik. Şimdi size de bu konuda teklifte bulunuyor ve sizden, o arazinin satışını rica ediyoruz. Fiyat konusunda da elimizden geleni yaparız.”
İsmail Dayı’nın bir zamanlar oğluna aktardığı bu teklif, şimdi doğrudan Muhlis’in önündeydi. O zamanlar büyük bir memnuniyetle karşıladığı bu fikir, şimdi gerçek oluyordu. Kısa süren bir görüşmenin ardından el sıkıştılar. Şirket yetkilileri, satıştan önce bir miktar peşinat ödeyerek resmi işlemler için söz kestiler. 
On beş gün sonra Vesayet ilamı ve benzeri hukuki işlemler tamamlandı. Daha sonra da Tapu devredildi, anlaşma resmileşti. Muhlis, Ankara’ya döndüğünde artık cebinde büyük bir meblağ, yüreğinde ise derin bir sessizlik taşıyordu. Eşiyle birlikte vakit kaybetmeden internette satılık yazlık ilanlarına göz atmaya başladılar. Kısa süre sonra uygun bir yer bulup hafta sonu gidip gezdiler ve satın aldılar.
Artık deniz kenarında bir yazlıkları vardı. Okullar kapanınca hemen izne çıktılar, yazlığın eşyalarını yerleştirdiler, yeni hayatlarına adım attılar. İlk yıl heyecanlıydı, ikinci yıl keyifliydi… ama üçüncü yaz bir şeyler değişmeye başlamıştı.
Muhlis, sabahları denize gitmiyor, akşamları balkonun serinliğinde uzun uzun dalıp gidiyordu. Her geçen gün, yazlığın mavi sularından çok, çocukluğunun yeşil yamaçlarını anımsıyordu. Katırla taşınan saplar, yayla yollarındaki toz bulutları, çocuk kahkahaları, derenin şırıltısı, kavak yapraklarının rüzgârdaki o huzur veren hışırtısı kulaklarında çınlıyordu.
İçinde kabaran bu özlem her geçen gün büyüyordu.
“Yakında emekli olacağım,” dedi bir gün kendi kendine. “Emekli olunca köyüme giderim. Bir uğrar, kalanlarla konuşur, eski günleri yad ederim.”
Dediği gibide yaptı, emekli olduktan sonra arabasına atlayarak tek başına köyüne gitti. 
Ama içten içe de biliyordu…
O artık çocukluğundaki o köye gitmeyecekti. Çünkü o köy, artık o eski köy değildi. 
Yıllar sonra emekli olmuş, sonunda özlemle andığı köyüne doğru yola çıkmıştı Muhlis. Arabanın camından dışarı bakarken çocukluğunun anılarını birer birer zihninde canlandırıyordu. Yayla yollarında koştukları günleri, derenin şırıltısını, alıç ve dağ armutlarının kokusunu, çamur içindeki çocuk ayakkabılarını...
Ama köye vardığında, zamanın acımasız eliyle kazınmış başka bir gerçeklikle karşılaştı.
Bir zamanlar mezun olup ortaokula başladığı ilkokul yıkılmış, yerinde şantiye binaları yükselmişti. Bahçelerde meyve ağaçlarının yerini paslı dikenli tellerle çevrili boş araziler almıştı. Eskiden armut, alıç ağaçlarının serinlik verdiği dağ yamaçlarında şimdi koca toprak yığınları yükseliyor, sarı iş makineleri demir dişleriyle dağları kemiriyordu.
Bir zamanlar sap taşıdığı, toprakla oynadığı yollar; artık kamyonların, kepçelerin tozu dumana katan geçiş yollarına dönüşmüştü. O güzelim şırıl şırıl akan dere, yukarılarda yapılan barajla kesilmiş, geriye sadece kirli ve bulanık bir su izi kalmıştı.
Köy… Köy artık yoktu. Sağda solda kalmış birkaç harabe ev, içinde son günlerini sessizce geçiren yaşlı ve hasta birkaç köylü. Ne kahkaha kalmıştı ne de çocuk sesi. Doğa da insanlar gibi sessizliğe gömülmüştü.
Yolda gelirken umutla düşündüğü şeylerin yerinde şimdi sadece bir enkaz vardı. Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği o köy artık bu köy değildi.
Sanki yıllar önce bu toprağa bir bomba düşmüş, ardında kraterler bırakmış, insanı da doğayı da silip süpürmüştü. Koca bir geçmiş, bir daha geri gelmemek üzere yok olmuştu.
Bir zamanlar biri demişti:
“Köyümün karıncası altından değerlidir.”
İsmail Dayı da bunu sıkça tekrarlardı. Muhlis de diğer köylüler gibi ne demek istediğini anlamaz ya da anlamazdan gelirdi. Karınca küçüktü, altın parlaktı, değerliydi… Ama şimdi …
Artık köyde ne karınca kalmıştı ne de karıncanın gezdiği o bereketli toprak. Geriye kalan; delik deşik edilmiş dağlar, kurumuş dereler, toz içinde kamyon yolları ve paslı dikenli tellerle çevrili sessizliğin hâkim olduğu bir enkazdı.
Muhlis içten içe biliyordu:
Yarın bir gün o altınlar da bitecek.
Altını çıkaranlar, arkalarında mahvedilmiş bir köy, susmuş dağlar, yok olmuş hayatlar bırakarak çekip gideceklerdi.
Bu kaçınılmaz sonu, artık adı gibi biliyordu.
Ve ne yazık ki…
Bu saatten sonra pişmanlık ne kalanı geri getirebilir ne kaybolanı onarabilirdi.

 

 

Fatih Karagümrük - Bandırmaspor maç sonucu: 3-1 | Karagümrük, yeniden Süper Lig'de

Vincenzo Montella, ABD ve Meksika maçlarının aday kadrosunu değerlendirdi

Chelsea Konferans Ligi kupasını kazanarak tarihe geçti

Fenerbahçe Beko'nun Euroleague finalindeki rakibi belli oldu

Süper Lig'de 2024/2025 sezonunun şampiyon Galatasaray

63. TÜRKİYE KUPASI GALATASARAY'IN! Trabzonspor - Galatasaray maçı sonucu: 0-3

Son dakika.. Ampute Futbol 1. Ligi'ni lider tamamlayan Malatya Büyükşehir Belediyespor Ampute Futbol Takımı, Süper Lig'e yükseldi.

U19 Elit B Ligi ve U17 Elit A Ligi Şampiyonu Bursaspor Kupalarını Aldı

Fenerbahçe yenildi, Galatasaray hesap yapmaya başlandı

Milli Boksör Hatice Akbaş, Kick-Boks Sporcularıyla Buluştu

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.Galatasaray 36 30 1 5 60 95
2.Fenerbahçe 36 26 4 6 51 84
3.Samsunspor 36 19 10 7 14 64
4.Beşiktaş 36 17 8 11 23 62
5.İstanbul Başakşehir 36 16 14 6 4 54
6.Eyüpspor 36 15 13 8 5 53
7.Trabzonspor 36 13 11 12 13 51
8.Göztepe 36 13 12 11 9 50
9.Rizespor 36 15 17 4 -6 49
10.Kasımpaşa 36 11 11 14 -1 47
11.Konyaspor 36 13 16 7 -5 46
12.Alanyaspor 36 12 15 9 -7 45
13.Kayserispor 36 11 13 12 -12 45
14.Gazişehir Gaziantep 36 12 15 9 -5 45
15.Antalyaspor 36 12 16 8 -25 44
16.Bodrum FK 36 9 17 10 -17 37
17.Sivasspor 36 9 19 8 -16 35
18.Hatayspor 36 6 22 8 -27 26
19.Adana Demirspor 36 3 28 5 -58 2