Bir kış gecesi, Atilla abimle Abbas amcamın evinden köye gitmek üzere Malatya Garı’na doğru yola çıktık. Gara geldiğimizde burada epeyce bekledik, o zamanlar trenler sık sık gecikir tehir yapardı. Tren yolculuklarında tehir, o yıllarda neredeyse olağan bir durumdu. Bekleyişimiz uzadıkça, garın içinde yankılanan adımlar ve arada bir duyulan anons sesleri bize arkadaşlık etti. Nihayet gece yarısı Atilla Abimle birlikte trenimize binebildik.
Sabaha karşı, henüz hava aydınlanmamışken Hasançelebi İstasyonu'na vardık. Trenden indik ve yolumuza devam etmek üzere demiryolu köprüsünün yayalara ayrılmış bölümünden geçtik. O yolu seçmemizin nedeni kestirme olmasıydı. Her taraf bembeyaz karla kaplıydı; sanki gecenin sessizliği karın üzerinde daha da büyüyordu.
O dönem istasyona ulaşım, ancak hayvanlarla sağlanabiliyordu. Fakat bizim böyle bir imkânımız yoktu. Yaya olarak, soğukta, ağır adımlarla köye gitmekten başka çaremiz kalmamıştı. Hava dondurucu soğuktu ama kalın giysilerimiz sayesinde ayakta durabiliyorduk. Üzerimde lacivert, içi turuncu, kapüşonunun önü tüylü bir kaban vardı. O yıllarda bu kabanlar çok modaydı. Atilla Abim ise hâkî renkli, asker parkasına benzeyen bir kaban giymişti. Elimizde küçük bir seyahat çantasıyla sohbet ederek yola koyulduk.
Hasançelebi’ye ulaştığımızda anneannemin evine gitmeyi teklif ettim. Orası şimdi sıcaktı, soba da yanardı, bir tas sıcak çorba veya çay içmek belki de en güzel ödül olurdu. Ama Atilla Abim yola devam etmeyi, bir saate kadar köye varabileceğimizi söyledi. Ben de onu dinledim.
Hasançelebi’den çıkınca Karabel denilen yere geldik. Jandarma karakolunu geçtikten sonra köyümüze giden yola saptık. Hava sanki daha da soğumuştu, ayaz kemiklerimize işliyordu. Zaten Yamadağı'na doğru yürüyorduk; bu da soğuğun daha sert olmasına sebep oluyordu. Kapüşonlarımızı iyice başımıza çekmiş, yüzümüzü soğuktan korumaya çalışıyorduk.
Bir süre yürüdükten sonra yavaş yavaş yorulmaya başladık. Artık konuşmalar da azalmıştı, sessizce yürüyorduk. Tam bu esnada, kulağımıza tuhaf bir ses gelmeye başladı. "Çıt çıt" diye, sanki birileri peşimizden geliyormuş gibi bir ses… Durduk, arkamıza baktık. Etrafta kimse yoktu. Yürümeye devam ettik, sesler yine başladı. Bir kez daha durduk, yine aynı. Dikkatlice çevreyi inceledik ama ne gelen vardı ne de giden.
Atilla Abim, "Belki ceplerimizdeki bozuk paralardan ya da anahtarlardan geliyor olabilir," dedi. Hemen ceplerimizi kontrol ettik; ama ne bozuk para vardı ne de anahtar. Bir süre sonra Atilla Abim, "Koşalım mı?" dedi. Onu dinledim, birlikte koşmaya başladık ama ne garip ki sesler de bizimle birlikte hızlandı. Sanki peşimizde biri vardı.
Yorgunluktan tekrar yürümeye başladık. Yavaşlayınca sesler de eski temposuna döndü. Sonunda bir yerde durduk ve iyice düşünmeye başladık. Her türlü ihtimali değerlendirdik ama bir sonuca varamadık. Yol kenarında biraz soluklanıp tekrar yürümeye başladık. Ben terlemiştim, biraz serinlemek için kabanımın fermuarını açmak istediğimde elimi fermuara attım ve birdenbire ses kesildi. O an ne olduğunu anladım: Meğer ses, kabanımın fermuarının ucundaki metal parçadan çıkıyormuş! Yürürken fermuar sallanıyor, o çıtırtıyı çıkarıyormuş. Durduğumuzda ise fermuar hareket etmeyince ses de kesiliyormuş.
Gerçeği anladığımızda, uzun uzun kahkahalar attık. Bizi epey korkutan şey, aslında sadece kabanımdı. Bu tatlı telaşla yürümeye devam ettik. Artık köye iyice yaklaşmıştık ve sabahın ilk ışıkları görünmeye başlamıştı.
Köyümüze vardığımızda dedem çoktan uyanmış, elini yüzünü yıkamış, sobayı yakmış ve çayı sobanın üstüne koymuştu. Dedem her zaman gün ağarmadan kalkar, elini yüzünü yıkar, kendi usulüyle abdest alır, dua ederdi. Bizi görünce çok sevindi ve hemen babaanneme seslenip geldiğimizi haber verdi.
Köyde bir gece kaldıktan sonra Ankara'ya gitmek üzere tekrar Hasançelebi İstasyonu'na indik. Yine uzun bir süre tren bekledik. İstasyonda bir bekleme salonu vardı, içinde bir soba da bulunuyordu ama yanmıyordu. Taş bina olduğundan salon, dışarıdan bile daha soğuktu. O zamanlar yolcular, yanlarında yakacak odun getirirlerse sobayı kendileri yakabiliyordu, aksi takdirde soba yanmazdı. Bu sistemin neden böyle olduğunu bugün bile anlayabilmiş değilim. Bugün o istasyon binası yıkılmış binayla birlikte nice anılarda yok olup gitmişti. Birde Yüksek Hızlı Tren geleceği on yıllardır söylenmekte ama halen gelmedi, belki bir on yıl sonra gelir.
Sonunda tren geldi. Trene bindik ve biraz olsun ısınmaya başladık ama bu kez de oturacak yer yoktu. Koridorda, ayakta yolculuğa devam ettik. Koridorlarda belirli aralıklarla açılıp kapanan küçük oturaklar vardı ama onlar da doluydu. Yol boyunca pencerenin kenarında ayakta sohbet ettik, mehtabın ışığında karlarla kaplı doğayı izledik. Bir süre sonra Atilla Abim türkü söylemeye başladı. O kadar güzel söylüyordu ki, bir kompartımandan kapı açıldı ve oradakiler bizi çağırdı: “Türküler devam edecekse, buraya buyurun,” dediler. Böylece Atilla Abim sayesinde yolculuğun geri kalanını oturarak geçirme şansı bulduk.
Uzun bir tren yolculuğunun ardından gece yarısı Ankara’ya vardık. Atilla Abim beni, üvey amcamızın (biz ona "Kayserili" derdik) gecekondusuna götürdü. Eve vardığımızda herkes uyuyordu. Biz gelişimizle onları da uyandırmış olduk. Hoş beşten sonra bize bir odada yer yatağı hazırladılar. Fakat odada soba yoktu, istasyonun bekleme salonu kadar soğuktu. Üşümemek için pijamalarımızı giyip hemen yorganın altına girdik ama ısınmak ne mümkün! Dahası, soğuktan uyuyamıyorduk. Çareyi tekrar kalkıp elbiselerimizi ve kabanlarımızı üstümüze giymekte bulduk. Bu şekilde biraz ısınmış olsak da bu sefer de uykumuz kaçmıştı. Sohbet etmeye başladık ve gülerek "Acaba biz gelirken yakacak odun getirip burada da sobayı mı yakmalıydık?" diye espriler yaptık.
Sabah olunca ev halkıyla kahvaltı yaptık. Onlar işlerine giderken biz de Manisa’ya dönmek için tekrar yola çıktık ve Ankara Garı'na gittik.
İki gece önce beni korkutan lacivert kabanım sayesinde, soğuk bir geceyi sıcak bir hatıraya dönüştürmüştüm.
