Temmuz ayının son günleriydi. Güneş, gökyüzüne alevli bir mühür gibi asılmıştı. Rüzgâr bile yakıyordu artık. Sıcaktan yeryüzü titreşiyor, dağların eteklerinden gelen kuru hava, sanki vadiye inen ölümün habercisiydi.
Sabahın erken saatlerinde, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde ormanın içinden ince bir duman yükseldi. Önce bir çoban gördü onu. Sisin, dağların uykusundan artakalan bir kalıntı olduğunu sandı. Ama bir sis, bu kadar ağır kokmazdı. Yanık reçineyle karışan çamın isli kokusu ciğerini yaktığında, durdu. Gözlerini ovuşturdu, sonra telefonuna sarıldı.
Dakikalar sonra ilçede sirenler çalmaya başladı. Yangın büyüyordu. Alevler hızla İhsaniye’ye, Afyon’a doğru ilerliyordu.
Orman İşletme Müdürlüğü binasında da sirenler yükseldi. Panik değil, alışılmış bir telaş vardı. Herkes ne yapacağını biliyor, ama gözleri birbirine bir şey söylüyordu: "Bu seferki farklı."
Tolunay, siren sesini duyar duymaz kapıdan koşarak içeri girdi. Henüz bir hafta önce dünya evine girmişti. Hâlâ kurumuş gül yaprakları vardı masada, ama o sabah çizmelerini giymiş, elleriyle kaskını siper etmiş, yüzünde kararlılıkla karışık bir hüzün taşıyordu.
Eşi, kahvaltı masasının başında kalmıştı. Çay bardağının kenarından yükselen buhar, yavaşça havaya karışıyor ve siliniyordu. Duvarda asılı duran düğün fotoğrafları, evin içini sessizce izliyordu. Kadın, odada asılı duran düğün fotoğrafının önüne geçerek düşüncelere dalıyor daha bir haftalık kocası için tasalanıyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.
Yolda giderken Tolunay’ın zihni iki parçaya bölünmüştü. Aklının yarısı yangındaydı, diğer yarısı geride kalan o kadının yüzünde. Araç sessizdi. İçindekiler, kelimelerin fazlalık olduğunu biliyordu. Görev paylaşımları kısaca yapıldı. Haritalar açıldı. Yangının yönü, rüzgârın hızı, çıkış noktaları... Hepsi planlandı. Ama yangın, hiçbir plana sadık kalmazdı.
İlçe Orman Müdürü haritanın üzerinde parmağını gezdirerek konuştu:
“Bozbayır’ın güney hattı... buraya öncü ekip gerekiyor. Hortumla girilmez. Sadece sırt çantası. Sadece çapayla. Geriye dönüş, üç saatten önce mümkün değil.”
Tolunay, haritanın kenarındaki siyah halkaya baktı. “Ben giderim,” dedi.
Sercan hemen ardından: “Ben de.”
Eyüp sessizce: “Ben de ggiderim Müdürüm.”
Müdür bir an durdu, Tolunay’ın yüzüne baktı.
“Sen yeni evlisin, Tolunay. Cesursun, çalışkansın. Ama burası başka. Geri dönmeyeceğini bilerek gidersin.”
Tolunay yalnızca başını eğdi. Gözlerinde bir titreme vardı ama sesi sarsılmadı.
Ekipler dağıldı. Tolunay ve arkadaşları Bozbayır’a doğru yürümeye başladı. AKUT gönüllüleri de onlara katıldı. Her adımda toprak daha da ısınıyor, yaprakların altından çırpınarak kaçışan tavşanlar, kaplumbağalar, yanan dalların arasında boğuk sesler çıkaran kuşlar görülüyordu.
Ormanın sessizliği... garipti. Ölüm sessizliği. Bir şeylerin geri dönmeyecek şekilde değiştiğini fısıldıyordu.
Tolunay, cebinden eşinin fotoğrafını çıkardı. Hafifçe öptü. O sırada bir rüzgâr daha esti. Reçine kokusu değil artık, ölüm kokusu taşıyordu hava.
“Rüzgâr yön değiştiriyor,” dedi Eyüp. “Yangın bize doğru geliyor.”
Sercan konuşmadı. Belki de korkuyordu ilk kez. Ama geri dönmediler. Hiçbiri.
Ormanın içi karanlıktı. Göz gözü görmüyor, sesler uğulduyor, her şey dumanın içinde çözülüyordu. Ağaçların gövdeleri ağlıyormuş gibi çıtırdıyor, dallar yukarıdan aşağıya sarkıyordu. İlker başını kaldırdı:
“Ağaçlar eğiliyor,” dedi. “Kökler yanıyor demek. Düşerlerse altında sağ kalan olmaz.”
Yolun yarısında telsiz sustu. Müdür’ün sesi kesildi. Geriye yalnızca ağaçların hışırtısı ve dumanın uğultusu kaldı.
Vadinin kıyısına geldiklerinde yangının kalbine varmışlardı. Alevler çalıları yalayarak ilerliyor, rüzgâr her seferinde onları başka bir köşeye savuruyordu. Kuş kalmamıştı. Can kalmamıştı.
Tolunay el işaretiyle gösterdi:
“Bu yamacı geçmeliyiz. Yangını arkadan kesmezsek, orman komple gider.”
Bayram başını iki yana salladı: “Geçeriz de... geri dönemezsek?”
Tolunay gözlerini yere indirdi. “Zaten dönmeyeceğiz. Ama zaman kazandırırız.”
Bayram, hiç konuşmadan çapayı omzundan indirdi. Yere vurdu. Toprağı kazdı. Çalıları ayıkladılar, bir siper açtılar. Ellerini yakan ateşe rağmen geri çekilmediler.
Sonra bir ses: “Bayram abi! Ağaç düşüyor!”
Tolunay, Bayram’ı son anda itti. Ağaç devrildi. Yere kapandılar. Gökyüzü çöküyormuş gibiydi. Yerin damarları titredi.
Tolunay, Bayram’ın kolunu tuttu:
“Abi! Abi iyi misin?” Bayram gözlerini kıstı, başını zorla kaldırdı:
“Yaşıyorum.”
Güneş, batıya eğildi. Gökyüzü pas rengi aldı. Umutla birlikte su da tükendi. Çantadaki bidon delinmişti. Geriye yalnızca iki matara kalmıştı.
Rüzgâr yön değiştirdi. Yangın ortalarına geldi. Diğer ekipten bazıları yakındaki mağaraya sığındı. Tolunay ve arkadaşları ise çalıları temizleyerek bir savunma hattı oluşturmaya çalıştı.
Tam o sırada, çalıların arasından bir tavşan fırladı. Dumandan gözleri kıpkırmızıydı. Donakaldı. Tolunay onu kucağına aldı. Tüylerini sıvazladı.
“Korkma,” dedi, “az kaldı.”
Ama alevler daha da yaklaştı. Duman her şeyi yuttu. Gözler kapandı. Sesler sustu.
Ertesi gün, ekipler onları buldu. Kül olmuş ağaçların arasında bir çizgi hâlinde yatıyorlardı. Tolunay’ın kucağında, tavşanla birlikte.
Hiç uyanmamışlardı. Ne ekiptekiler nede tavşan.
Yeşil vatan artık kara vatandı.